7 Aralık 2008 Pazar

...


Kendine çeken bir rüzgar aldı beni sokağın içine,
reddedilmesi imkansız bir davetkarlığı vardı,
beni geriye savurmasına alıştığım
rüzgarın bu kucaklayacılığı şaşırttı beni
ama kendimi ona bırakmama
engel olamadı şaşkınlığım…

Dar sokakların
kendine özel kocamanlığına yine hayran oldum,
iki elimi açsam sarılacağım sokakların
sonsuzluğuna kendimi bırakmaktan bıkmamışımdır
nedense…

Rüzgarın bir bildiği olduğuna inandım ve ona teslim oldum,
ahşap bir kapının önünde terketti beni sevgili rüzgar,
bu şehirin herşeyi kendine kendi,
kadınları, çocukları, erkekleri, kordon’u, imbatı, gevreği, çiğdemi, asvalyası, kumrusu, lokması, kendini büyük şehirden küçük görmesi,
şevketi bostanı, sakinliğin ortasında yatması…

Rüzgarında beni anında kucaklayıp anında kapının önünde terketmesine şaşırmadım.

İzmir,
yeni aşık olmuş kadın gibi karşılar insanı,
çok sıcaktır, hemen samimi olur seninle
ama
bir gün sonra
40 yıllık kocasından bıkmış gibi
seni unatabilir…

Ahşap kapı kapalıydı ama
açık olduğuna yemin edebileceğim kadar da
açıktı,
Daha öncede gördüğüm birkaç kapıya benziyordu
ve
o kapılardan içeri girdiğime şimdiye kadar pişman olmadığımı
hatırladım.

İçeri girdim,
kendimle karşılaşmış kadar rahat hissettirdi beni,
hep bara doğru ilerlerken bu sefer sağdaki masaya ilerledim,
bütünü gösteren bir hali vardı masanın,
herkes buraya oturmak ister diye içimden geçirdim…

Hayatın gemisi gibi geldi bana,
filikası direğine asılı bir hayat gemisi…

Ne maceralı yolculuklara çıkılmıştı kimbilir şarap rüzgarlarında,
rakı fırtınalarında, heyecanlı sohbetlerin limansızlığında…

Kendine has sıradanlığı en farklıdan farklı gibi görünüyordu.
Birisinin kendine ortaya atması gerekir diye düşündüm,
kendi gibi belki kendinden de öte bir mekan üretme doğurganlığının
evladı gibi gülümsüyordu…

İyi ki doğdu dedim, sevimli, yaramaz, düşünceli,
sevgiyle tanışmış ve sevdalanmış, konuksever, alışkanlık yaratan
bu güzel evlat…

Güneş daha batmamıştı,
kocaman sokağın düşünceli yanaklarından içeri yansıyordu,
fırtınaya gerek yok dedim şu anda,
bir bira lütfen…

Yıllar geçti
o biranın üzerinden, bira hala soğuk
ama
paylaştığım dostluklar sımsıcak,
evladın babası Cenap, annesi Elçin, amcası Mehmet, abisi Kerem,
ben de İstanbul’ dan gelen akrabası…

Kendim gibi olacağım yerlere gitmeyi severim,
farksız, çok, uzak, dokunmasını bilmeyen yerlerde rahat edemem,
gittiğim yere nefes aldıran her insanla tanışmak isterim,
Miko’ ya nefes aldıran herkesle tanışmaktan çok uzaklara
gittiğimiz ve paylaştıklarımız için çok mutluyum…


Hergün doğum günü Miko’ nun,
babası ona sürekli yeni hediyeler alıyor,
onun güzelliğine taptaze güzellikler katarak geçiriyor günlerini,
yeni elbiseler, gemici aydınlatmaları, gözle farkedilmeyecek kadar
gizli hediyeler almaktan bıkmıyor.
Ben de diyorum ki, bir evlada fazla gelecek sevgini
yeni bir evlat doğurarak iki evladı mutlu etme
anlamını yaşasana…

Yine de sen bana bakma…

Bir rüzgarın bana sunduğu güzellikleri
yaşamak için,
kocaman sokağa adımlarınızı armağan ettiğinizde
sizi de ahşap kapı ve sokağın yüreğine serpiştirilmiş
masalar karşılarsa hiç çekinmeyin oturun,
keyfini çıkarın.

Ve,
dediğim gibi bu şehrin herşeyi kendine kendi,
Miko’ su Miko !

2008

Hiç yorum yok: