Kaç tane yılı armağan ettik Sevgili Bodrum’a…
Bitip giden yılları arkamızda bırakırken,
sevgili dostlarımızı biriktirdik son bulan yıllara inat…
Ağladık, kaybettik, kaybettiklerimizi bulduk yine ağladık.
Rakıları biriktirdik içimizde, sevdiklerimizi andık,
uzaktaki, yakındaki veya bilmediğimiz diyarlarda nefes alan
dostlarımıza kaldırdık kadehlerimizi…
Keyiflerimizden mezeler yaptık, birbirimizi sıkı sıkı kucakladık,
yıllar geçsede, büyüsekte, saçımız sakalımız ağırsada,
yine birlikte olduk can dostlarımızla.
unutmadık, unutulmadık…
Yıllar hep bitiyor ve hep başlıyor,
biz yine Rakıcı’ dayız,
yanımızda olan, yanımızda olmak isteyen,
yazın gelen, hiç gitmeyen, gelemeyip yüreğini gönderen,
iflah olmaz gecelerimizi gündüzlere kavuşturduğumuz
bütün dostlarımızı çok seviyoruz.
Ey dost,
nerede olursan ol buradasın,
gün gelir, yapraklar düşer, şöminede çıtırtılar dans eder,
saklanan güneşin yerine mavi geceler doğar,
kış gelir, hoşgelir, bir de üstüne yılbaşı gelir.
Yeni yıl sevdiklerimize kendisini getirsin,
imkansız hayallerini gerçeklerle kucaklatsın,
paylaştıkça hayatı kaplayan sevgiler armağan etsin,
tüm güzellikler yeni yılla birlikte yeniden doğsun.
Yeni yılınız kutlu olsun.
Biz Rakıcı’dayız,
Her zaman bekleriz.
Sevgiler.
25.12.2008
26 Aralık 2008 Cuma
22 Aralık 2008 Pazartesi
Yüreğimi
Yüreğimi
Kalbimle
takas ettim
Aşkımı
Sevgimle
sadeleştirdim
Anlayışlarımı
Sonbahar evlatlarının
Süslediği parkta
Kırmızı banka
Gözyaşlarımla kucaklaşarak
Bıraktım
Dostlarımı
Ince
ince sevdim
Sakin
sakin paylaştım
Acımadılar
En
zehirli düşüncelerini
Ince
ince bana sundular
Tamam dedim
Bana kadar
Geriye
ne kaldı
Sevgiyle
paylaşılan dünler
Anlamı
olmayan yarınlar
Ne dünden azım ne de yarından
Bugün kadarım
Bu
günden önce ile yaşayamam
Bu günden
sonra ile umutlanamam
Anımı severim
Kendimi an kabul ederim
Gerekirse
Tek
başıma
Kendim
ve benle yaşarım
Kim kaybeder
Ben mi
Hayat mı
Dostlar mı
Kaybetmek
istemeyen
Bilir
Sever
Anlar
Dinler
Paylaşır
Ben
gitsem ne olur
Hayat
mı durur
Bulutlar mı ağlamaz
Rüzgar mı okşamaz
Hayat
devam eder
Hep etmedi mi
Etti
Edecek
Paylaşılanlar
ne olacak
Koleksiyonerlere sesleniyorum
Paylaşılan değerli anları biriktirin
Yakında
nesilleri tükenecek
Ileride
iyi para edecek
22.12.2008
18 Aralık 2008 Perşembe
Düşünmeden konuşuyorum
Düşünmeden
konuşuyorum
Herkesle
aynı şeyi
Düşünüyorum
Bilmeden anlatıyorum
Herkesle aynı şeyi
Biliyorum
Mandalsız
bir ipim
Çamaşırlarıma
Sahip
çıkamıyorum
Rüzgara
direnemiyorum
Kabuksuz bir çekirdeğim
Hayatı çitletemiyorum
Bilmeden çiğniyorum
Gitmeyi
bilmiyorum
Kaldığım
yeri beğenmiyorum
Ara sokaklarda
Kayboluyorum
Saklambaçta
kurt oluyorum
Kendimi
bulamıyorum
Kimseyi
kurtaramıyorum
Pimsiz yapılmış bombayım
Pimimi çekemiyorum
Ne kendime ne de başkasına
Patlayamıyorum
Kanatsız
albatrosum
Uçamıyor
konamıyorum
Rüyalarda
görüyorum
Raylarını kaybetmiş
trenim
Asfaltlarda yol alıyorum
Hiçbir istasyona ulaşamıyorum
Nasıl
yaşarım
Nasıl
ölürüm
Kimseyim
Herkesim
Bir yerden başlamalıyım
Hiçbir yerdeyim
Bir
hiçim
Ama
herşeyim
Oyun oynamayı bilmiyorum
Adım oyun
Oyuncularım kayıp
Kimse
benim için
Zar
atmıyor
Game
over
Bile
olamıyorum
Yok muyum
Var mıyım
Bilmediğimi
bile
Bilmiyorum
Herkes bana soruyor
Herkes benden bekliyor
Herkes beni seviyor
Ben
onları sevmiyorum
Kendimi
sevmiyorum
Yaşamak
istemiyorum
Ama yaşam
Yaşadığımdan haberdar değil
Ölemiyorum
18.12.2008
14 Aralık 2008 Pazar
Erenköy e gitmek isterler
Erenköy
e gitmek isterler
Ama 4G
ye binerler
Hiç
inmemecesine
Şoföre kızarlar
Niye Ereköy e gitmiyor diye
Cam
kenarına otururlar
Meraklıdırlar
Anlaşılmak
Anlatmadan anlaşılmak
Paylaşmadan bulunmak
Ağzından çıkanı değil
İçinden geçeni yakalatmak
İsterler
Çıktığımız
yere
Geri
dönme çabalarımızı
Ten
tacirliği olarak
Görürler
Uzun uzun satırlar
En sonunda
Tek satıra kavuşurlar
Buradayız
Birbirimize
dokunuruz
Birbirimizi
aldatırız
Gece
ağzımıza sıçarız
Sabah
ağzımıza besleriz
Gitmek mi
Çok kolay
Gider
miyiz
Evet
Döner miyiz
Her zaman
O
zaman
Mahkumiyetinde
güzellikleri var
14.12.2008
10 Aralık 2008 Çarşamba
Ben i kendime bırak da git
Ben i
kendime bırak da git
Bizi
birbirimizden ayırma
Sensizliğe
alışırım
Bensizliğe
asla
10.12.2008
7 Aralık 2008 Pazar
...
…
Kendine çeken bir rüzgar aldı beni sokağın içine,
reddedilmesi imkansız bir davetkarlığı vardı,
beni geriye savurmasına alıştığım
rüzgarın bu kucaklayacılığı şaşırttı beni
ama kendimi ona bırakmama
engel olamadı şaşkınlığım…
Dar sokakların
kendine özel kocamanlığına yine hayran oldum,
iki elimi açsam sarılacağım sokakların
sonsuzluğuna kendimi bırakmaktan bıkmamışımdır
nedense…
Rüzgarın bir bildiği olduğuna inandım ve ona teslim oldum,
ahşap bir kapının önünde terketti beni sevgili rüzgar,
bu şehirin herşeyi kendine kendi,
kadınları, çocukları, erkekleri, kordon’u, imbatı, gevreği, çiğdemi, asvalyası, kumrusu, lokması, kendini büyük şehirden küçük görmesi,
şevketi bostanı, sakinliğin ortasında yatması…
Rüzgarında beni anında kucaklayıp anında kapının önünde terketmesine şaşırmadım.
İzmir,
yeni aşık olmuş kadın gibi karşılar insanı,
çok sıcaktır, hemen samimi olur seninle
ama
bir gün sonra
40 yıllık kocasından bıkmış gibi
seni unatabilir…
Ahşap kapı kapalıydı ama
açık olduğuna yemin edebileceğim kadar da
açıktı,
Daha öncede gördüğüm birkaç kapıya benziyordu
ve
o kapılardan içeri girdiğime şimdiye kadar pişman olmadığımı
hatırladım.
İçeri girdim,
kendimle karşılaşmış kadar rahat hissettirdi beni,
hep bara doğru ilerlerken bu sefer sağdaki masaya ilerledim,
bütünü gösteren bir hali vardı masanın,
herkes buraya oturmak ister diye içimden geçirdim…
Hayatın gemisi gibi geldi bana,
filikası direğine asılı bir hayat gemisi…
Ne maceralı yolculuklara çıkılmıştı kimbilir şarap rüzgarlarında,
rakı fırtınalarında, heyecanlı sohbetlerin limansızlığında…
Kendine has sıradanlığı en farklıdan farklı gibi görünüyordu.
Birisinin kendine ortaya atması gerekir diye düşündüm,
kendi gibi belki kendinden de öte bir mekan üretme doğurganlığının
evladı gibi gülümsüyordu…
İyi ki doğdu dedim, sevimli, yaramaz, düşünceli,
sevgiyle tanışmış ve sevdalanmış, konuksever, alışkanlık yaratan
bu güzel evlat…
Güneş daha batmamıştı,
kocaman sokağın düşünceli yanaklarından içeri yansıyordu,
fırtınaya gerek yok dedim şu anda,
bir bira lütfen…
Yıllar geçti
o biranın üzerinden, bira hala soğuk
ama
paylaştığım dostluklar sımsıcak,
evladın babası Cenap, annesi Elçin, amcası Mehmet, abisi Kerem,
ben de İstanbul’ dan gelen akrabası…
Kendim gibi olacağım yerlere gitmeyi severim,
farksız, çok, uzak, dokunmasını bilmeyen yerlerde rahat edemem,
gittiğim yere nefes aldıran her insanla tanışmak isterim,
Miko’ ya nefes aldıran herkesle tanışmaktan çok uzaklara
gittiğimiz ve paylaştıklarımız için çok mutluyum…
Hergün doğum günü Miko’ nun,
babası ona sürekli yeni hediyeler alıyor,
onun güzelliğine taptaze güzellikler katarak geçiriyor günlerini,
yeni elbiseler, gemici aydınlatmaları, gözle farkedilmeyecek kadar
gizli hediyeler almaktan bıkmıyor.
Ben de diyorum ki, bir evlada fazla gelecek sevgini
yeni bir evlat doğurarak iki evladı mutlu etme
anlamını yaşasana…
Yine de sen bana bakma…
Bir rüzgarın bana sunduğu güzellikleri
yaşamak için,
kocaman sokağa adımlarınızı armağan ettiğinizde
sizi de ahşap kapı ve sokağın yüreğine serpiştirilmiş
masalar karşılarsa hiç çekinmeyin oturun,
keyfini çıkarın.
Ve,
dediğim gibi bu şehrin herşeyi kendine kendi,
Miko’ su Miko !
2008
Kendine çeken bir rüzgar aldı beni sokağın içine,
reddedilmesi imkansız bir davetkarlığı vardı,
beni geriye savurmasına alıştığım
rüzgarın bu kucaklayacılığı şaşırttı beni
ama kendimi ona bırakmama
engel olamadı şaşkınlığım…
Dar sokakların
kendine özel kocamanlığına yine hayran oldum,
iki elimi açsam sarılacağım sokakların
sonsuzluğuna kendimi bırakmaktan bıkmamışımdır
nedense…
Rüzgarın bir bildiği olduğuna inandım ve ona teslim oldum,
ahşap bir kapının önünde terketti beni sevgili rüzgar,
bu şehirin herşeyi kendine kendi,
kadınları, çocukları, erkekleri, kordon’u, imbatı, gevreği, çiğdemi, asvalyası, kumrusu, lokması, kendini büyük şehirden küçük görmesi,
şevketi bostanı, sakinliğin ortasında yatması…
Rüzgarında beni anında kucaklayıp anında kapının önünde terketmesine şaşırmadım.
İzmir,
yeni aşık olmuş kadın gibi karşılar insanı,
çok sıcaktır, hemen samimi olur seninle
ama
bir gün sonra
40 yıllık kocasından bıkmış gibi
seni unatabilir…
Ahşap kapı kapalıydı ama
açık olduğuna yemin edebileceğim kadar da
açıktı,
Daha öncede gördüğüm birkaç kapıya benziyordu
ve
o kapılardan içeri girdiğime şimdiye kadar pişman olmadığımı
hatırladım.
İçeri girdim,
kendimle karşılaşmış kadar rahat hissettirdi beni,
hep bara doğru ilerlerken bu sefer sağdaki masaya ilerledim,
bütünü gösteren bir hali vardı masanın,
herkes buraya oturmak ister diye içimden geçirdim…
Hayatın gemisi gibi geldi bana,
filikası direğine asılı bir hayat gemisi…
Ne maceralı yolculuklara çıkılmıştı kimbilir şarap rüzgarlarında,
rakı fırtınalarında, heyecanlı sohbetlerin limansızlığında…
Kendine has sıradanlığı en farklıdan farklı gibi görünüyordu.
Birisinin kendine ortaya atması gerekir diye düşündüm,
kendi gibi belki kendinden de öte bir mekan üretme doğurganlığının
evladı gibi gülümsüyordu…
İyi ki doğdu dedim, sevimli, yaramaz, düşünceli,
sevgiyle tanışmış ve sevdalanmış, konuksever, alışkanlık yaratan
bu güzel evlat…
Güneş daha batmamıştı,
kocaman sokağın düşünceli yanaklarından içeri yansıyordu,
fırtınaya gerek yok dedim şu anda,
bir bira lütfen…
Yıllar geçti
o biranın üzerinden, bira hala soğuk
ama
paylaştığım dostluklar sımsıcak,
evladın babası Cenap, annesi Elçin, amcası Mehmet, abisi Kerem,
ben de İstanbul’ dan gelen akrabası…
Kendim gibi olacağım yerlere gitmeyi severim,
farksız, çok, uzak, dokunmasını bilmeyen yerlerde rahat edemem,
gittiğim yere nefes aldıran her insanla tanışmak isterim,
Miko’ ya nefes aldıran herkesle tanışmaktan çok uzaklara
gittiğimiz ve paylaştıklarımız için çok mutluyum…
Hergün doğum günü Miko’ nun,
babası ona sürekli yeni hediyeler alıyor,
onun güzelliğine taptaze güzellikler katarak geçiriyor günlerini,
yeni elbiseler, gemici aydınlatmaları, gözle farkedilmeyecek kadar
gizli hediyeler almaktan bıkmıyor.
Ben de diyorum ki, bir evlada fazla gelecek sevgini
yeni bir evlat doğurarak iki evladı mutlu etme
anlamını yaşasana…
Yine de sen bana bakma…
Bir rüzgarın bana sunduğu güzellikleri
yaşamak için,
kocaman sokağa adımlarınızı armağan ettiğinizde
sizi de ahşap kapı ve sokağın yüreğine serpiştirilmiş
masalar karşılarsa hiç çekinmeyin oturun,
keyfini çıkarın.
Ve,
dediğim gibi bu şehrin herşeyi kendine kendi,
Miko’ su Miko !
2008
Sözcüklerin imbata dönüşüp
Sözcüklerin imbata dönüşüp, içinde oturan insanlara dokunduğu bir mekanın dile gelip kendini anlatması ya da imbatına dokunmuş birisinin
Miko’ yu anlatması kolay mıdır ?
Biraz sonra anlayacağız…
İstanbul’ da girip çıkmadığı mekan bırakmayan, o kadar mekan içinden sadece bazılarını kendisi için yolgeçen hanına çeviren, sokakların aldığı nefesi seven, dün tekmelediği taşın ertesi gün onu bıraktığı yerde beklemesine alışkın olan, denize doğru yürüyen, onun kenarında sakinliği kucaklayan, ufuğa bıraktığı kelimeleri toplayan, sözcüklerini denizin üzerinde kaydıran adamın Kordon’ da oturmak yerine nefesini sevdiği sokakta oturmasının hikayesi olur ancak Miko’ yu anlatmaya çalışmak…
Can Yücel sokağı çıkmaz sokaktır benim için, sadece Miko’ ya kadar gidebilen bir sokak, diğer sevgili sokak sakinleri bana kızmasınlar, ne yazık ki sabitleri olan bir insanım onca gidip gelmelerime rağmen…
Kıbrıs Şehitleri’ ni hayata açan damarlarını severim, özellikle ikinci kordona geçit olan dar sokaklarına belirsiz aralıklarla adımlarımı ve düşüncelerimi bırakırım. Miko, hayata eklenmemişken, sokağın numarası anlamlı bir güzelliğe kavuşmamışken de içinden geçip gittiğim bir sokakta, tıpkı diğer sıcak sokaklar gibi…
Can Yücel sokağı,
artık sadece hayata açılan Kıbrıs Şehitleri damarı değil benim için,
Miko’ ya açılan bir anlamlı bir yolculuk…
Belki loş bir insanım, ışığın aniden üzerime yansımasını sevmiyorum da sokağın bedeninin üzerinden sekerek bana dokunmasını seviyorum, denizin kenarında oturmasını seviyorum da belki
Miko’ yu deniz zannediyorum…
Papilina mevsimi mi ?
Geçen gün yine oradaydım, İstanbul-İzmir gidip gelmelerimin İzmir sırasındayım ve girişteki masanın sırasındayım. Yeni olan masa örtülerini yeni gelen örtülerle değiştiriyoruz ve onlarla takım ruhu içinde olan perdeleride sarı çubuklara sarmalıyoruz. Kerem’ in ellerinde sarı malzemeler ve iki denizci aydınlatması var. Bunların,
tavandan misafirlerin üzerine dokunan loş bir güneş olmasını istiyor
sevgili Cenap…
Bu kadar heyecan, bu kadar düşünce, bu kadar acele ancak sevgiliye hissedilir Elçincim, dikkat et güzel bir kuman var, hatta biraz abartayım, Miko’ nun kuması bile olabilirsin…
Neyse, aydınlatmaları nasıl takacağız konuşmalarından biraz sonra Kerem geldi ellerinde asılmaya hazır hale gelmiş aydınlatmalarla, içeri girdiğinizde ve başınızı yukarıya doğru kaldırdığınızda
loş güneş ışıklarını sizlerle paylaşan gemici aydınlatmalarını görebilirsiniz…
Bu arada,
Miko limanına bağlı sandalın durduğu alanı nasıl değerlendirebiliriz düşüncelerim var, nedense oraya takmış durumdayım, orayada birkaç masa koyalım da Miko daha çok kazanıp daha çok yıllarca
hayata kendi anlamını eklemeye devam etsin diye,
sanki Miko’ ya ortağım…
Kerem, kuru incir var mı ?
Miko,
benim İzmir’ deki yolgeçen hanım…
Alsancak’ da yürüdüğümde, bilinçli ya da bilinçsiz olarak bir şekilde kendimi orada bulurum. biliyorum ki tanıdık biri orada beni bekliyor, Cenap, Elçin, Mehmet, Kerem, Ayça ve daha isimlerini öğrenemediğim sevgili insanlar beni orada bekliyor. Onları,
Miko’ da buluşmak için randevulaştığım dostlarım olarak görüyorum…
Bir mekanın,
yaşadığı uzun yılları arkasında bırakmadan bugüne ulaşabilmesi için, umursamaz, unutkan, sabırsız, düşüncesiz, sevgisiz, tensiz olmaması gerekiyor. Miko’ nun tenine dokunduğunda, en azından ben dokunduğumda inanılmaz bir ten uyumumuz var, mekanfili falan değilim ama kendim gibi hissettiğim mekanların canlı olduklarını düşünürüm. Onlar, aldıkları nefesi benimle paylaşırlar, düşüncelerimi dinlerler, kızgınlıklarıma sabır gösterirler, sarhoşluğuma sade kahve olurlar, birlikte gelişir ve birlikte uzun ömürleri paylaşırız.
Dikkat, Miko turta çok sıcak !
O nedenle, Miko benim İzmir’ deki yolgeçen hanım, yola çıkmanın zorluğu bilen insanların, kendi adımlarını hayata armağan edenlerin, farklı düşüncelerin birarada dolaşmasından anlamlar çıkartanların, gerektiğinde kavga eden ve kavganın bütünleştiriciliğini yakayabilenlerin, hayatın hayat olduğu bilen ve kendimiz dışında hiçbir gücün hayatımızı güzelleştirebileceğine ya da çirkinleştirebileceğine inanmayanların, keyiflere ve hayata doğru tatlı bir imbatla yolculuk edeleceği
değerli bir canlıdır sevgili Miko.
Bilmem anlatabildim mi ?
2008
Miko’ yu anlatması kolay mıdır ?
Biraz sonra anlayacağız…
İstanbul’ da girip çıkmadığı mekan bırakmayan, o kadar mekan içinden sadece bazılarını kendisi için yolgeçen hanına çeviren, sokakların aldığı nefesi seven, dün tekmelediği taşın ertesi gün onu bıraktığı yerde beklemesine alışkın olan, denize doğru yürüyen, onun kenarında sakinliği kucaklayan, ufuğa bıraktığı kelimeleri toplayan, sözcüklerini denizin üzerinde kaydıran adamın Kordon’ da oturmak yerine nefesini sevdiği sokakta oturmasının hikayesi olur ancak Miko’ yu anlatmaya çalışmak…
Can Yücel sokağı çıkmaz sokaktır benim için, sadece Miko’ ya kadar gidebilen bir sokak, diğer sevgili sokak sakinleri bana kızmasınlar, ne yazık ki sabitleri olan bir insanım onca gidip gelmelerime rağmen…
Kıbrıs Şehitleri’ ni hayata açan damarlarını severim, özellikle ikinci kordona geçit olan dar sokaklarına belirsiz aralıklarla adımlarımı ve düşüncelerimi bırakırım. Miko, hayata eklenmemişken, sokağın numarası anlamlı bir güzelliğe kavuşmamışken de içinden geçip gittiğim bir sokakta, tıpkı diğer sıcak sokaklar gibi…
Can Yücel sokağı,
artık sadece hayata açılan Kıbrıs Şehitleri damarı değil benim için,
Miko’ ya açılan bir anlamlı bir yolculuk…
Belki loş bir insanım, ışığın aniden üzerime yansımasını sevmiyorum da sokağın bedeninin üzerinden sekerek bana dokunmasını seviyorum, denizin kenarında oturmasını seviyorum da belki
Miko’ yu deniz zannediyorum…
Papilina mevsimi mi ?
Geçen gün yine oradaydım, İstanbul-İzmir gidip gelmelerimin İzmir sırasındayım ve girişteki masanın sırasındayım. Yeni olan masa örtülerini yeni gelen örtülerle değiştiriyoruz ve onlarla takım ruhu içinde olan perdeleride sarı çubuklara sarmalıyoruz. Kerem’ in ellerinde sarı malzemeler ve iki denizci aydınlatması var. Bunların,
tavandan misafirlerin üzerine dokunan loş bir güneş olmasını istiyor
sevgili Cenap…
Bu kadar heyecan, bu kadar düşünce, bu kadar acele ancak sevgiliye hissedilir Elçincim, dikkat et güzel bir kuman var, hatta biraz abartayım, Miko’ nun kuması bile olabilirsin…
Neyse, aydınlatmaları nasıl takacağız konuşmalarından biraz sonra Kerem geldi ellerinde asılmaya hazır hale gelmiş aydınlatmalarla, içeri girdiğinizde ve başınızı yukarıya doğru kaldırdığınızda
loş güneş ışıklarını sizlerle paylaşan gemici aydınlatmalarını görebilirsiniz…
Bu arada,
Miko limanına bağlı sandalın durduğu alanı nasıl değerlendirebiliriz düşüncelerim var, nedense oraya takmış durumdayım, orayada birkaç masa koyalım da Miko daha çok kazanıp daha çok yıllarca
hayata kendi anlamını eklemeye devam etsin diye,
sanki Miko’ ya ortağım…
Kerem, kuru incir var mı ?
Miko,
benim İzmir’ deki yolgeçen hanım…
Alsancak’ da yürüdüğümde, bilinçli ya da bilinçsiz olarak bir şekilde kendimi orada bulurum. biliyorum ki tanıdık biri orada beni bekliyor, Cenap, Elçin, Mehmet, Kerem, Ayça ve daha isimlerini öğrenemediğim sevgili insanlar beni orada bekliyor. Onları,
Miko’ da buluşmak için randevulaştığım dostlarım olarak görüyorum…
Bir mekanın,
yaşadığı uzun yılları arkasında bırakmadan bugüne ulaşabilmesi için, umursamaz, unutkan, sabırsız, düşüncesiz, sevgisiz, tensiz olmaması gerekiyor. Miko’ nun tenine dokunduğunda, en azından ben dokunduğumda inanılmaz bir ten uyumumuz var, mekanfili falan değilim ama kendim gibi hissettiğim mekanların canlı olduklarını düşünürüm. Onlar, aldıkları nefesi benimle paylaşırlar, düşüncelerimi dinlerler, kızgınlıklarıma sabır gösterirler, sarhoşluğuma sade kahve olurlar, birlikte gelişir ve birlikte uzun ömürleri paylaşırız.
Dikkat, Miko turta çok sıcak !
O nedenle, Miko benim İzmir’ deki yolgeçen hanım, yola çıkmanın zorluğu bilen insanların, kendi adımlarını hayata armağan edenlerin, farklı düşüncelerin birarada dolaşmasından anlamlar çıkartanların, gerektiğinde kavga eden ve kavganın bütünleştiriciliğini yakayabilenlerin, hayatın hayat olduğu bilen ve kendimiz dışında hiçbir gücün hayatımızı güzelleştirebileceğine ya da çirkinleştirebileceğine inanmayanların, keyiflere ve hayata doğru tatlı bir imbatla yolculuk edeleceği
değerli bir canlıdır sevgili Miko.
Bilmem anlatabildim mi ?
2008
Sevdalı bir kadındır mİko...
Sevdalı bir kadındır miko…
En güzel kadın kadar güzel, en anlamlı bakış kadar derin,
en özel dokunuş kadar etkileyici, en büyük özlem kadar unutulmaz…
Insanı, sevdalısının özlemiyle yanıp tutuşan bir kadın gibi karşılar,
kucağına ve yüreğine sığdırır, sımsıkı sarılır özlem ektiği sevdiğinin tenine, onsuz geçen zamanları unutturmak için bütün yüreğini sevdiğinin önüne koymaktan çekinmez, kim ne der diye düşünmeden hayatın eksik kalan yönlerini sevdalısına incelikle anlatır, onu ne kadar sevdiğini göstermek için gerekirse kavga eder, paramparça olacağını bilse bile inandıklarını sevdalısının değerli yüzüne dokundurur…
Sadece sevdalı bir kadın değildir, bütünü içinde barındıracak kadar yüreği kocamandır, ona karşıdan baktığında, her baktığında başka bir anlamını görürsün, hiçbir şeye benzetemezsin, her şeye benzetirsin, seni senden alan bir tarafı vardır, artık tarafsındır ya da Miko’ sundur…
Bir kere dokundun mu sevdalı kadına artık geri dönüş yoktur diğer kadınlarına, seni kıskanmaz ama sen kıskanmasını istersin, senin yoluna taşlar taşımaz ama sen engellenmek istersin, bir tek seni sevsin istersin yüreğinin kocaman olduğunu bildiğin halde, sadece seni beklesin, sadece seni karşılasın, sadece seni görsün istersin ama sonunda seni aldatmasına bile razı olursun, yüreğinde belli olmayan bir iz olmak uğruna…
Uzak şehirlerde yaşasan bile yanında götürürsün sevdalı kadınını her adım attığın yere, yollarda ona sarılarak yürürsün, çiçekçilerden onun için kırçiçekleri alırsın, arkadaşlarına heyecenla sevdalı kadınını anlatırsın, diğer kadınlarla karşılaştığında özlemin daha da artar, şehrini terkedip yanına taşınmak istersin…
Unutulan değerleri, bilinmeyen anlamları, farkedilmeyen gerçekleri, ilgisizlikten üzülen ve kırışan tenleri onunla birlikte tazelersin, hayata dokunmanın mutluluğunu içinde yaşarsın, paylaşmanın ne kadar değerli olduğunu gözlerinin içinde bulursun, sevdalı kadınla birlikte yaşamaya sevdalanırsın bütün eksiklere, anlayışsızlıklara, değersizliklere, anlamsızlıklara rağmen ve benim gibi sevdalılar var diyerek yaşamın en ortasına anlamlı olan kendi adımlarını armağan edersin…
Oturursun sevdalı kadınının karşısına rakı kadehlerini birbiriyle buluşturursun, içini açarsın papalinalara, börülcelere, yemyeşil otları sarmalayan zeytinyağına, bir testiyi gözüne kestirirsin ve şarabın rengini kendine eklersin, kahvaltıdan son dubleye kadar yanından ayrılmak istemezsin sevdalı kadınının ve hayata dersin…
Hayattır sevdalı kadın, gizemli bir bakıştır, utungaç bir yürektir, arsız bir dokunuştur, unutulanı hatırlamaktır, eskiye yeni olduğunu anlatmaktır, kucaklaşmaktır, ayrılırken el sallamaktır, düşünmektir, paylaşmaktır,
iflah olmaz bir sevdadır…
Miko, sevdalı bir kadındır.
2008
En güzel kadın kadar güzel, en anlamlı bakış kadar derin,
en özel dokunuş kadar etkileyici, en büyük özlem kadar unutulmaz…
Insanı, sevdalısının özlemiyle yanıp tutuşan bir kadın gibi karşılar,
kucağına ve yüreğine sığdırır, sımsıkı sarılır özlem ektiği sevdiğinin tenine, onsuz geçen zamanları unutturmak için bütün yüreğini sevdiğinin önüne koymaktan çekinmez, kim ne der diye düşünmeden hayatın eksik kalan yönlerini sevdalısına incelikle anlatır, onu ne kadar sevdiğini göstermek için gerekirse kavga eder, paramparça olacağını bilse bile inandıklarını sevdalısının değerli yüzüne dokundurur…
Sadece sevdalı bir kadın değildir, bütünü içinde barındıracak kadar yüreği kocamandır, ona karşıdan baktığında, her baktığında başka bir anlamını görürsün, hiçbir şeye benzetemezsin, her şeye benzetirsin, seni senden alan bir tarafı vardır, artık tarafsındır ya da Miko’ sundur…
Bir kere dokundun mu sevdalı kadına artık geri dönüş yoktur diğer kadınlarına, seni kıskanmaz ama sen kıskanmasını istersin, senin yoluna taşlar taşımaz ama sen engellenmek istersin, bir tek seni sevsin istersin yüreğinin kocaman olduğunu bildiğin halde, sadece seni beklesin, sadece seni karşılasın, sadece seni görsün istersin ama sonunda seni aldatmasına bile razı olursun, yüreğinde belli olmayan bir iz olmak uğruna…
Uzak şehirlerde yaşasan bile yanında götürürsün sevdalı kadınını her adım attığın yere, yollarda ona sarılarak yürürsün, çiçekçilerden onun için kırçiçekleri alırsın, arkadaşlarına heyecenla sevdalı kadınını anlatırsın, diğer kadınlarla karşılaştığında özlemin daha da artar, şehrini terkedip yanına taşınmak istersin…
Unutulan değerleri, bilinmeyen anlamları, farkedilmeyen gerçekleri, ilgisizlikten üzülen ve kırışan tenleri onunla birlikte tazelersin, hayata dokunmanın mutluluğunu içinde yaşarsın, paylaşmanın ne kadar değerli olduğunu gözlerinin içinde bulursun, sevdalı kadınla birlikte yaşamaya sevdalanırsın bütün eksiklere, anlayışsızlıklara, değersizliklere, anlamsızlıklara rağmen ve benim gibi sevdalılar var diyerek yaşamın en ortasına anlamlı olan kendi adımlarını armağan edersin…
Oturursun sevdalı kadınının karşısına rakı kadehlerini birbiriyle buluşturursun, içini açarsın papalinalara, börülcelere, yemyeşil otları sarmalayan zeytinyağına, bir testiyi gözüne kestirirsin ve şarabın rengini kendine eklersin, kahvaltıdan son dubleye kadar yanından ayrılmak istemezsin sevdalı kadınının ve hayata dersin…
Hayattır sevdalı kadın, gizemli bir bakıştır, utungaç bir yürektir, arsız bir dokunuştur, unutulanı hatırlamaktır, eskiye yeni olduğunu anlatmaktır, kucaklaşmaktır, ayrılırken el sallamaktır, düşünmektir, paylaşmaktır,
iflah olmaz bir sevdadır…
Miko, sevdalı bir kadındır.
2008
6 Aralık 2008 Cumartesi
Bilmiyorum
Bilmiyorum
Kaç
defa sevdim
Kaç
defa sevmekten vazgeçtim
Çok sevdim
Çok sevildim
Hepsini bitirdim
Bir
tek ben kaldım
Kendime
Ben ve kendim
En çok aldatılan ikili
En çok aldatan birliktelik
Kendinin
bir köşede
Beklediğini
biliyorsan
Başkasına
gitmek dönmek
Kolay
Kendini bilinmeyende
Kaybettiysen
Başkasında aramaya
Başladıysan
Unut
kendini
Başkalarını
sev
06.12.2008
5 Aralık 2008 Cuma
Sabırsız
Sabırsız
Ilkbahar
çiçekleri
Gibiyim
Insanlara açıyorum
Yüreğime
Karlar yağıyor
Çiçeklerim
Toprakla
buluşuyor
Meyvelerine
dokunamadan
Kolu
kanadı
Kırılıyor
Mevsimimi
Bekleyemeyi bilmiyorum
Illaki
Hemen
açacağım
Kucağımı
Mevsimler
Bana
açmadan
Sonra
Donup kalacağım
Aksak dallarımda
Hüzünle kalacağım
Bir
gün
Içime
kapanacağım
Çiçeklerimi
açmayacağım
Kuruyacağım
Yağmur bile yağsa
Benim gövdeme
Isabet etmeyecek
Sağanak
altında
Kuruyacağım
Uzaktan bakacaklar
Zavallı
ağaç
Erken
kurumuş
Diyecekler
Bir bardak suyu
Koca gövdeme
Çok görecekler
Bir
daha ki
Hayatımda
Çiçek
açmayacağım
Çiçeklerimi
Içimde kurutacağım
Kokularından
Kafayı yiyeceğim
Ama
Açmayacağım
05.12.2008
17 Temmuz 2008 Perşembe
İçimi açtım hayata
İçimi
açtım hayata
Bir
kovayla fırlattı ruhuma
Denize
girmeden yüzmüşüm
Kuş olmadan uçmuşum
Dilsizken konuşmuşum
Sağırken dinlemişim
Biriktirdiğim
bütün ruhların
Saldırısına
uğramışım
Anlamadan
yenilerine koşmuşum
Oysa herşey sıradan olmalı
Paylaşıma anlam katmamalı
Herkesi kendi haline bırakmalı
Bir tek kendine dokunmalı
Bütünler
istediğini yapsın
Beni
bana bıraksın
17.07.2008
12 Temmuz 2008 Cumartesi
Gece gündüze yağıyor
Gece
gündüze yağıyor
Yıldızlar
güneşin gözünü alıyor
Yüzyıllar
sıradanlığa kavuşuyor
Paylaşılanlar
kırıntı olup düşüyor
Gözyaşları havada asılı kalıyor
Kahkahalar
kuraklığa denk geliyor
Hayat
taşın altına sıkışıyor
Anlamlar yitik harflerde
Inanmışlıklar kayıp nehirlerde
Dokunmanın
tadı yok
Dostlukların
adı yok
En güzel kalabalık
Yalnızlığın
içinde saklı
Paylaşmak
çürümüşlüğe saklı
Bir tek yalnızlık
Bir çok yalnızlık
12.07.2008
5 Temmuz 2008 Cumartesi
Hayatımı biriktirdiğim kabın
Hayatımı
biriktirdiğim kabın
Altı
delikmiş
Bana
bakarak gülen gözlerin
Içine
gözyaşı saklanmış
Içtenlikle paylaştığım duyguların
Anlamı yitikmiş
Yaşamıma eklediğim insanların
Samimiyeti yalanmış
Gitsem
nereye gideyim
Kalsam
nerede kalayım
Kendi
kendime yeteyim
Hayatı
masturbasyona çevireyim
Kendim ağlayım
Kendim güleyim
Kendimi
aldatayım
Kendime
gideyim
Güle
ağlaya
05.07.2008
Yüzlerce yıl yaşamış bir insanı nasıl anlatırsınız ?
Yüzlerce yıl yaşamış bir insanı nasıl anlatırsınız ?
Hele dünya güzeli bir kadınsa, hangi cümleler onu anlatmaya
cüret edebilir…
Krallarla, imparatorlarla, padişahlarla birlikte olmuş,
hain sevgililer tarafından kuşatılmış, bedeni talan edilmiş, yüreği yanmış,
gözlerine kızgın yağlar dökülmüş,
bir dokunuşuyla çağları değiştirmiş
bir kadının güzelliğini hissettirmenin yoluna girdiğinde,
çıkmaz sokakların kör kuyularında yankılanan sesini takip ederek
arar durursun sevdalı kadını, hayatı…
Onca acıya, hüzüne, gözyaşına, kaybolmuşluğa, akan kanlara,
çağlayan çoşkulara, sırtına saplanan hançerlere rağmen
yüzünde bir kırışıklık olmamasını hangi mantıkla açıklayabiliriz ?
Ya da, hadi canım sen de, ahı gitmiş vahı kalmış görmüyor musun diyenlere ne diyebiliriz…
Sen, kadınlara bakmasını bilmiyorsun !
Sevgili Beyoğlu,
seni güzel bir kadına benzetiyorum sana sormadan, yüksek izinlerini almadan…
Senin güzelliğini hayal etmenin, başkasından duymanın etkisi bile
insanları hayaldışı düşüncelere sürüklerken,
senin yüreğinin kenarında, belli olmayan bir iz kadar yakınında
yaşayan ben neler hissediyorum acaba ?
Sana aşığım desem güler geçersin, sensiz yaşayamam desem,
ne imparatorluklar tükettim ben dersin…
sana aşığım, sensiz yaşayamam…
Gece birbirini bıçaklayan karı kocalar bile sabahları elele dolaşabiliyor…
Sen de kalbime hançer saplasan,
sana dokunma şansını yaşamış ellerimle hançeri çıkarıp,
ipek bir mendille sana akan kanımı temizleyip hançeri pamuk helva ellerine uzatırım, tekrar, tekrar hançerle beni diye…
Seninle yaşamış hiçbir sevdalı seni unutamaz,
yeniden, yeniden dünyaya gelse bile seni arar durur,
sokağında bir taş olmak uğruna…
Kaç tane savaşı yüreğinde taşıdın,
kaç tane depremi bedeninde hissettin,
kaç tane cinayeti teninin gizemli sokaklarında izledin,
kaç tane yangının ortasına kendini attın,
kaç tane imparatorluğu konuk ettin,
kaç tane sahibin oldu ama sen hep kendin olarak kaldın,
her geleni kucakladın, kendine hayran bıraktın ve asla unutulmadın…
Sana karşı diyenler, sana karşı çıkanlar olabilir
ama bil ki onlarda senin saçının bir teline dokunabilmek için feda ederler
bütün özgürlüklerini, taçlarını, tahtlarını…
Seni kaybeden herkes,
göz yaşlarını iflah olmaz pınarlarından delilercesine çağlatır,
kendinden doğan yaşlarda boğulur
ve son sözü seni seviyorum olur.
Bize binlerce çocuk armağan ettin,
onlara bakacağız diye söz verdik ama yapamadık.
Güzelim çocuklarının yüzüne duvarlar ördük, tenlerini kazıdık,
ezip geçerek kendimize yeni yollar açtık,
onları kaderlerine terk ettik kendi kendilerine yok olsunlar diye
ve hala akıllanamadık Sevgili Beyoğlu.
Sana hergün yumruk atıyorlar, taşlıyorlar,
üzerinde tepiniyorlar, tenine kapanmaz yaralar açıyorlar,
gözlerini dağlıyorlar ama yüzyılların bir kırışıklığı bile konuk olmuyor
inanılmaz bedenine, yüreğine, hayata sunduğun güzelliklerine…
Biliyorum,
sevgililerin yüzyıllardır seni kullanıyor, seni aldatıyor,
güzelliklerine sahip çıkmıyor, kollarının arasına alıp seni kucaklamıyor,
korumuyor ama senden de vazgeçemiyor, seni unutamıyor
ve sana sahip olamayacağını bildikleri için seni kimseye yar etmek
istemiyor…
Bilmiyorlar ki,
sen de yoruldun artık bu umursamaz sevgililerinden,
dostlarından, konuklarından…
Ve bize bir ceza vermenden korkuyorum,
bizi terketmenden korkuyorum.
Biliyorum sonuna kadar hak ediyoruz seni kaybetmeyi,
senin güzelliklerinden mahrum kalmayı, başımızı taşlara vurmayı ama yine de
bize bir şans ver.
Artık dünyanın en güzel kadını olduğunu sana bakışlarımızla,
düşüncelerimizle, samimiyetimizle, yüreğimizle hissettireceğiz
ve seni mutlu edeceğiz.
Beni affedebilecek misin
Sevgili Beyoğlu ?
2008
Hele dünya güzeli bir kadınsa, hangi cümleler onu anlatmaya
cüret edebilir…
Krallarla, imparatorlarla, padişahlarla birlikte olmuş,
hain sevgililer tarafından kuşatılmış, bedeni talan edilmiş, yüreği yanmış,
gözlerine kızgın yağlar dökülmüş,
bir dokunuşuyla çağları değiştirmiş
bir kadının güzelliğini hissettirmenin yoluna girdiğinde,
çıkmaz sokakların kör kuyularında yankılanan sesini takip ederek
arar durursun sevdalı kadını, hayatı…
Onca acıya, hüzüne, gözyaşına, kaybolmuşluğa, akan kanlara,
çağlayan çoşkulara, sırtına saplanan hançerlere rağmen
yüzünde bir kırışıklık olmamasını hangi mantıkla açıklayabiliriz ?
Ya da, hadi canım sen de, ahı gitmiş vahı kalmış görmüyor musun diyenlere ne diyebiliriz…
Sen, kadınlara bakmasını bilmiyorsun !
Sevgili Beyoğlu,
seni güzel bir kadına benzetiyorum sana sormadan, yüksek izinlerini almadan…
Senin güzelliğini hayal etmenin, başkasından duymanın etkisi bile
insanları hayaldışı düşüncelere sürüklerken,
senin yüreğinin kenarında, belli olmayan bir iz kadar yakınında
yaşayan ben neler hissediyorum acaba ?
Sana aşığım desem güler geçersin, sensiz yaşayamam desem,
ne imparatorluklar tükettim ben dersin…
sana aşığım, sensiz yaşayamam…
Gece birbirini bıçaklayan karı kocalar bile sabahları elele dolaşabiliyor…
Sen de kalbime hançer saplasan,
sana dokunma şansını yaşamış ellerimle hançeri çıkarıp,
ipek bir mendille sana akan kanımı temizleyip hançeri pamuk helva ellerine uzatırım, tekrar, tekrar hançerle beni diye…
Seninle yaşamış hiçbir sevdalı seni unutamaz,
yeniden, yeniden dünyaya gelse bile seni arar durur,
sokağında bir taş olmak uğruna…
Kaç tane savaşı yüreğinde taşıdın,
kaç tane depremi bedeninde hissettin,
kaç tane cinayeti teninin gizemli sokaklarında izledin,
kaç tane yangının ortasına kendini attın,
kaç tane imparatorluğu konuk ettin,
kaç tane sahibin oldu ama sen hep kendin olarak kaldın,
her geleni kucakladın, kendine hayran bıraktın ve asla unutulmadın…
Sana karşı diyenler, sana karşı çıkanlar olabilir
ama bil ki onlarda senin saçının bir teline dokunabilmek için feda ederler
bütün özgürlüklerini, taçlarını, tahtlarını…
Seni kaybeden herkes,
göz yaşlarını iflah olmaz pınarlarından delilercesine çağlatır,
kendinden doğan yaşlarda boğulur
ve son sözü seni seviyorum olur.
Bize binlerce çocuk armağan ettin,
onlara bakacağız diye söz verdik ama yapamadık.
Güzelim çocuklarının yüzüne duvarlar ördük, tenlerini kazıdık,
ezip geçerek kendimize yeni yollar açtık,
onları kaderlerine terk ettik kendi kendilerine yok olsunlar diye
ve hala akıllanamadık Sevgili Beyoğlu.
Sana hergün yumruk atıyorlar, taşlıyorlar,
üzerinde tepiniyorlar, tenine kapanmaz yaralar açıyorlar,
gözlerini dağlıyorlar ama yüzyılların bir kırışıklığı bile konuk olmuyor
inanılmaz bedenine, yüreğine, hayata sunduğun güzelliklerine…
Biliyorum,
sevgililerin yüzyıllardır seni kullanıyor, seni aldatıyor,
güzelliklerine sahip çıkmıyor, kollarının arasına alıp seni kucaklamıyor,
korumuyor ama senden de vazgeçemiyor, seni unutamıyor
ve sana sahip olamayacağını bildikleri için seni kimseye yar etmek
istemiyor…
Bilmiyorlar ki,
sen de yoruldun artık bu umursamaz sevgililerinden,
dostlarından, konuklarından…
Ve bize bir ceza vermenden korkuyorum,
bizi terketmenden korkuyorum.
Biliyorum sonuna kadar hak ediyoruz seni kaybetmeyi,
senin güzelliklerinden mahrum kalmayı, başımızı taşlara vurmayı ama yine de
bize bir şans ver.
Artık dünyanın en güzel kadını olduğunu sana bakışlarımızla,
düşüncelerimizle, samimiyetimizle, yüreğimizle hissettireceğiz
ve seni mutlu edeceğiz.
Beni affedebilecek misin
Sevgili Beyoğlu ?
2008
4 Temmuz 2008 Cuma
Yazmıyorum
Yazmıyorum
Yazamıyorum
Sevmeden yazmak zor
Sevmek başka bir hadise
Ama
yazmak istiyorum
Sevmek
istiyor muyum
Sevdim sevildim sevdiler
Hepsini sevdim
Bazen
birini bazen hepsini
Bir kişilik yere
Çok kişi
sığdırma
Mutlulukları yaşadım
Kocaman
yüreğime
Bir
yüreği zor sığdırdım
Sığ mıyım
Yüzmeyi
iskelede öğrendim
Konuşmayı
dilsiz dostlardan
Uçmayı
kanatsız sevdalılardan
Yürümeyi
doğmamış ceninden
Kendimi
benden
Yok muyum
Bilmenin
güzelliğini
Bilmeyenlerden
Sevmenin
anlamını
Sevmeyenlerden
Gitmenin
tadını
Gidemeyenlerden
Dinlemenin
erdemini
Konuşanlardan
Öğrendim
Ters miyim
Bildiklerimi
anlatamadım
Sevgimin
derin sularında
Yüzme
bilmeyenleri ağırladım
Anlayışlarımın sıcak kollarıyla
Aysbergleri kucakladım
Dinledim
dinledim dinledim
Hep
dinledim
Bir
kere konuştum
Çok
konuştuğumu farkettim
Insanları terkettim
Telefonlarım
kapalı
Panjurlarım cama yapışık
Zilimi söktüm attım
Kendi
kendime mutlu olduğumu anladım
Eyvah
04.07.2008
16 Mayıs 2008 Cuma
Bir sayfayı
Bir
sayfayı
Çevirmek
kadar kolay
Bir
insanı geride bırakmak
Bir
topu
Yerde zıplatmak kadar kolay
Paylaşılanların üzerine toprak atmak
Boşu
boşuna anlamını buluyor
Hayatlar
bozuk para gibi yaşanıyor
Ruhlar delik
Sevgiler toplanamıyor
Tenler
buruşuk
Birbirinin
özüne dokunamıyor
Bütünü anlamaya çalışan
Tek başınalığa koşuyor
Hayat
bozuk para
Yaşanmadan
bitiyor
16.05.2008
14 Mayıs 2008 Çarşamba
Bilinmez aşkların
Bilinmez
aşkların
Bilinen
insanları
Sonsuz
genç
Ölümsüz
direnç
Bilinen kavgalar
Bilinmez çözümler
Isteniyor
Yaşanıyor
Kimse
kimseye
Dokunamıyor
Bilinmez aşklar
Bilinmez dostluklar
Bilinmez paylaşımlar
Biliniyor
Herkes
saklıyor
Kimse
bulmuyor
Kayan
yıldız
Aydınlanmıyor
Ay tek başına
Güneş tek başına
Doğa tek başına
Insanlar
kalabalık
Kalabalık
yalnız
Büyüyoruz
Büyüdükçe küçülüyoruz
Öğreniyoruz
Öğrendikçe
unutuyoruz
Dokunmanın
Tatmanın
Öpüşmenin
Tuşlarına basılıyor
Orgazmlar
Ekrana
sıçrıyor
Sevmeyi sevmiyoruz
Sevilmeyi seviyoruz
Vermeyi
sevmiyoruz
Almayı
seviyoruz
Kalpsiziz
Tensiziz
Densiziz
Etrafımız
deniz
Yüzmeyi
bilmiyoruz
14.05.2008
10 Mayıs 2008 Cumartesi
Dur
Dur
Girilmez
Öpüşmem
Sevişirim
Dokunmam
Dokundurturum
Orgazm
olmam
Hissetmem
Sadece
yaparım
Yapmayım
Kırçiçeklerini
Belinden kırarım
Gaz pedalına
Tam basarım
Çamur sıçratırım
Umursuz
pasajında
Çıkmaz
dükkandayım
Hiç
birşey satmam
Sadece
alırım
Dinlemem
Anlatırım
Uzaklara giderim
Yakınları özlerim
Kendimi
bilmem
Herşeyi
bilirim
Gitmeyi özlerim
Kalmaktan yanayım
Yalnızlığı
severim
Insan
peşinden koşarım
Kaçarım
Kaçtığım soteyi
Kendim
Ihbar ederim
Gammazlayana
Kızarım
Kimliğim yok
Pasaportum var
Rengim yok
Gökkuşağıyım
10.05.2008
8 Mayıs 2008 Perşembe
İlkbaharda açan
İlkbaharda
açan
Çiçek
gibi
Doğuyoruz
Yağmurla
güneşle
Insanlarla
Gelişiyoruz
Güzelleşiyoruz
Tatlanıyoruz
Büyüyoruz
Yapraklarımızı okşayan
Gövdemize yaslanan
Meyvemize dokunan
Insanlarla yaşıyoruz
Onlara alışıyoruz
Paylaşıyoruz
Bize
bakıyorlar
Kokumuzu
duyuyorlar
Dayanamıyorlar
Dalımızdan
koparıp
Yüzlerce
ısırıp
Özümüzü
Toprağa
Atıyorlar
Yağmurla güneşle
Topraktan
Fışkırıyoruz
Ilkbaharda
açan
Çiçekler
gibi
Yeniden
doğuyoruz
Yeniden
Yeniden
Yeniden
Yeniden
08.05.2008
6 Mayıs 2008 Salı
Parçalanmış yürekler
Parçalanmış
yürekler
Pazarın
toplanma saatinde
Ucuzlar
Eski sevgililer
Yeni
sevgili terk ettiğinde
Para eder
Bit
pazarı bile
Daha
duygusal
Hak ettiğine gider
06.05.2008
1 Ocak 2008 Salı
Karanlık adımların
Karanlık
adımların
Çok
bellekli hafızalarında
Saklanan
bilgilerin
Aydınlığın
Korkutan saklambaçlarında
Kurt olan ebe oluyor
Saklanan
Yüreğimize denk geliyor
Adımlarımız
Bilinmeyene
dokunuyor
Yapay
suni
Gidişlerimiz
Bizden
uzağa düşüyor
Biz
Yokuz
Siz
Yokuz
Ben
Var mıyız
Varız
Her
zaman
Osuruğumuz
kadar
Midemizdeki
Gazımız
kadar
Varız
Öyleyse
Kimden
korkarız
Saklanırız kendimizden
Sevdiğimizden
Kendimizden korkarız
Gitmek istediğimizde
Kendimizden
korkarız
Bildiğimizi
Bilmeyiz
Aslında
biliriz
Ne yazsam boş
Ne konuşsam boş
Anlarını
Yaşamanızı istemem
Isterim
Siz
Bekleyin
Desem
yalan
Siz
bilin
Desem
kısmet
Tek
Bir
Düşünen
Var
O
Ben
Değil
Hepimiz
Bilin ya da bilmeyin
Rakınızın
Son yudumunu
Saklayın
Ya da
Paylaşın
Gideceğimiz yer
Kendimizi
Bıraktığımız
Yer
Ister
Gidin
Ister
gitmeyin
Lütfen
Beni
Aramayın
Bu
Bir
Şiir
Değil
Sadece
Diye
Birilerinin
Isim
Koyduğu
Sadece
Kim
Sadece
Ile
Hayatını
Yaşar
Diye
Bir
Soru
Varsa
Kim
Burada
01.01.2008
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)